2004/06: UIA 2005 Aydan Bulca Erim / söyleşi
UIA 2005 İstanbul, Türkiye mimarlık ortamının ne kadarını kapsayacak?
Boğaçhan Dündarlp: UIA İstanbul 2005’e nereden ve nasıl geldik?
Aydan Bulca Erim: Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA)’nın dünya mimarlık kongreleri ve bunların hemen ardından toplanan genel kurulları üç yılda bir, yönetim dönemlerinin sonunda yapılıyor ve nerede yapılacaklarına ilişkin seçim altı yıl öncesindeki genel kurulda gerçekleştiriliyor.
İstanbul Kongresine uzanan sürecin başlangıcı oldukça gerilere gider. UIA’nın Türkiye kesimi olan Mimarlar Odası ilk kez 1978 yılında Meksika’da toplanan genel kurulda İstanbul’u 1984 kongresi için aday gösterdi, bu talebini uzun yıllar büyük bir inatla yineledi, 1999 yılına kadar en fazla ikincilikten öteye geçemedi. Bu ısrarlı tutumun ve “ipi gergin tutma” politikasının savunucusu Ahmet Sönmez’in bu uzun yolda oynadığı rol hatırlanmalı diye düşünüyorum. 1999 yılında Pekin’de yapılan seçimlere oldukça ciddi bir hazırlık ve tanıtımla gidildi. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin Habitat II gibi büyük bir organizasyonu başarmış olmasının delegelerde yarattığı güven ve bu kez sadece iki rakiple yarışmanın avantajı en iyi şekilde kullanıldı ve yirmi yıllık bir istek sonunda gerçekleşti.
Öncelikle şunu belirtmek gerek, Türkiye’nin ve Mimarlar Odası’nın bu kongreye ilişkin ikili bir rolü var. Birincisi, ev sahibi ulusal kesim olarak tüm etkinlikleri, kongreyi ve genel kurulu UIA adına hazırlamak ve gerçekleştirmek. Yani, UIA’ya karşı, sözleşme ile bağıtlanmış bir “yüklenici” sorumluluğu… İkincisi ise diğer yüze yakın ülkenin mimarlık örgütleri gibi, “katılımcı üye kesim” rolü. Mimarlar Odası en başından beri bu iki role ilişkin politikalarını çok net belirledi. 2005 Kongresi’ne ilişkin hedef hiçbir zaman bir organizasyon başarısı kazanmak olarak konmadı ve bu kez, katılımcı kesim olarak çok daha parlak bir varlık gösterilmesi gereği baştan beri iyi kavrandı.
BD: Size göre UIA organizasyonlarının kentlerle olan ilişkileri nasıl ve yapıldıkları kentlerin mimarlık ortamlarına katkıları oluyor mu?
ABE: UIA kongrelerinin yapıldıkları kentlerle genelde fazla bir ilişkisi olmaz. Bu buluşmalar çok kez, kentin içinde veya biraz kenarındaki uygun bir toplantı ortamında, kayıtlı katılımcıların girebildiği alanlarda yapılan ve mimarların mimarlarla iletişim kurdukları etkinlikler. Bunun aksine en güzel örneği 1996 Barselona Kongresi’ydi – hedefi tüm kenti kongrenin parçası yapmaktı ve bunu da hemen hemen bütün sergi ve toplantıları kentin farklı mekanlarına yayarak gerçekleştirmeye çalışmışlardı.
Ben şu ana kadar dört UIA kongresi yaşadım, hiç birinde, birkaç kez yapılan mimar yürüyüşleri dışında, kentlilere dönük bir düzenlemeye rastlamadım ve bunun büyük bir eksiklik olduğuna inanıyorum. 2002 Berlin kongresinde UIA Çalışma Programları yürütücüleri olarak halka açık bir gün yapmak istedik ama bu fikri organizatörlere benimsetemedik. Umarım İstanbul’da bu alışılmış kalıbı kırar ve yeni bir gelenek başlatabiliriz.
BD: Bu farklılığı yaratacak olan nedir?
ABE: Bir UIA Kongresine ev sahipliği yapma hakkını kazandığınız zaman önünüzde altı yıllık bir süre ve maliyeti oldukça yüksek bir iş var demektir. Üstelik dünyadaki mimarlık meslek kuruluşlarının hemen hiçbirinde, doğal olarak, bu boyuttaki bir etkinliği düzenleme deneyimi yok. Seçimlere giren adayların çoğunluğu da ayrıntısına girilmemiş genel ve çok kez geçici bir tema önerisi ile ortaya çıkıyor. Bu durumda bu sürenin ilk bir iki yılı kendi içinizde bir öğrenme, fikir geliştirme ve kaynak ya da kaynak arama çabası ile geçiyor. Bizde de durum farklı değildi. Üşenmeyip bir döküm yapmıştım o sıralar. Yarı yol olan Berlin Kongresi’ne kadar geçen süre içinde, var olan, oluşturulan ya da oluşturulması düşünülen çeşitli kurullarda görevlendirmek istenilen ya da düzenlenen platform toplantılarına çağrılanların, kısacası ilk hazırlık sürecine çekilmek istenenlerin sayısı 140 kişi. Bu azımsanacak bir erişim çabası değildi.
Türkiye mimarlık ortamına şu ana kadar bir canlılık getirildi mi sorusuna evet diyen de çıkar hayır diyen de. UIA kongrelerinin dışa yansıyan hazırlıkları genellikle Kongre yapıldıktan sonra hız kazanır, sıradakini gölgelememek için. Berlin’den bu yana meslek topluluğunun ilgisini çeken üç durak olduğunu söyleyebiliriz: Logo yarışması, UIA’nın Kongre hedefli Yaşasın Kentler yarışması ve yeni açılan ve oldukça ilgi gösterilen Vadi Yarışması. İlgi ve canlılığı yıllar boyu üst bir noktada tutmak zordur ve aslında giderek artmasına değil belki de sünmesine neden olmak tehlikesi de vardır. Hele uğraştığınız konu televizyon aracılığı ile toplumu can evinden yakalayan pop star ve benzeri yarışmalar veya çeşitli “gözetleme” programları değilse! Düşünsenize 15-20 mimarı bir eve kapatmışsınız ve 24 saat kamera ile izliyorsunuz onlar da sürekli olarak mimarlık konularını, UIA’yı ve İstanbul Kongresini konuşuyor – böyle bir, “biri mimarları gözetliyor” programı ile belki bütün Türkiye’yi bilinçlendirmiş olurduk! şaka bir yana, başarabildiğimizden daha iyisi yapılabilirdi kuşkusuz ama bu yıl yoğun geçecek. Zaten en önemli şey İstanbul kentini, gelecek yıl bu kongrenin, kent ve mimarlık konularının farkında kılmak, kentin nabzını ele geçirmek. Kalıcı iz fiziksel de olabilir, örgütsel de.
BD: Organizasyon yapısı gereği bir topluluk. Topluluk, ortak kaygıları ne olursa olsun çoğunlukla düşünsel arka planını terk etme meyili gösteren bir ‘uzlaşım’ düzlemini kabullenme ile yüzyüze kalabilir. Bu da etkinliğin kendi varoluş gerekçelerini kaybettirebilir. Organizasyonun düşünsel arka planının sürekliliği bu anlamda nasıl sürdürülmeye çalışılıyor? Süreklilik adına mücadele edilen konular nerelerde düğümleniyor?
ABE: İstanbul 2005’in temel özelliği kent ve mimarlık odaklı özgür bir tartışma ve karşılıklı bilgilenme ortamı yaratmak olacak. Bu aslında riskli bir seçim. Kongrelerde genelde çizilen katı akademik katkı ve katılım koşullarını, yüzlerce katılım isteğinin bu katılık nedeniyle dışlanması modelinin rahatlığı ve güvencesini – bir o kadar da bıkılmışlığını – terk edince, kendinizi düşlediğiniz nitelikli pazar yerini, sosyete pazarına dönüştürmemekle de yükümlü kılıyorsunuz. En önemli mücadele alanı bu tuzağa düşmemek, öngörülen bütün o çeşitlilik içinde gene de bir zihinsel yol haritasının varlığını hissettirmek olacak.
BD: Suha Özkan yaptığımız söyleşide: “UIA 2005 İstanbul için hala tek yönlü, yani bizden (örgütleyicilerden) mimarlık kamuoyuna tek yönlü bir akış var. Bu daha ne kadar sürecek? Ne zaman mimarlık ortamı ve düşüncesinin sahibi otuz bini aşkın Türkiye mimarı olacak?” diyerek bir düşünsel katılım ortamının, bir girişimin, bir örgütlenmenin henüz oluşmadığını ve bu durumun kendisini epey kaygılandırdığını söylemişti. Bu ortak bir kaygı mı? Ve bunu aşmak için nasıl bir çaba söz konusu?
ABE: Suha’nın kaygısını paylaşanlardanım. Üniversitede ders vermeye başladığım ilk acemilik yıllarımda, öğrencilerden en çok duyduğum söz, “biz ağzımıza kaşıkla verilen bilgi istemiyoruz” idi. O inatçı ağızlar ve sorgulayan beyinler bugün artık mesleğin orta yaş kuşağı. Ne oldular? Neredeler?
Ortalıktaki yadsınamaz durgunluğu aşmak için Mimarlar Odası ilki Haziran ayında Konya’da yapılacak olan bir dizi ön kongre planladı. Geçen yıl oluşturulan Eşgüdüm Komitesi bu yönetim döneminde yeniden yapılandırıldı ve Türkiye katılımını zenginleştirmek için çaba harcayacak. Ben tanıtım yaptığımız toplantılarda geçen yıl bile “katılırsam bana ne faydası olacak ki?” sorusu ile karşılaştığımda, korkunç bir karamsarlığa düşüyorum. Kongreye az katılım olacak kaygısı değil bu – mesleğe ilişkin bir kaygı… ayağımıza kadar gelen böyle bir meslek etkinliğine kaygısız kalabilen mimarların varlığının yarattığı kaygı.
BD: Gerek organizasyon içindeki komitelerde yer alan kuşak düşünüldüğünde, gerekse de meslek odasının mimarlık ortamındaki kendi rolünü belirleme biçimi düşünüldüğünde ‘mimarlığa ait herşeyi düzenleme, meselelerin ve çözümlerin odağına mimarları yerleştirme” tavrının bir misyon olarak sürdüğü izlemini ediniyoruz. Modernist bir tavrın izlerinin sürüldüğü tema metni ile de desteklenen bu duruşun, mimarlık ortamındaki ilgisizliğin temel sebeplerinden biri olup olamayacağını Süha Özkan’a sorduğumuzda; “Keşke bu ilgisizliğin kaynağı düşünsel ve kuramsal nedenlerden kaynaklanmış olsaydı. Bu ilgisizlik mesleğimizin düşünsel alanının üzerine serpilmiş yoğun bir ölü toprağı sendromundan kaynaklanıyor.” demişti. Sizin bu konudaki görüşleriniz nasıl? ve Bu duruş ve bu ortam arasında etkileşimin nasıl doğacağını düşünüyorsunuz?
ABE: Suha haklı ama ben sözünü ettiğiniz tavrın da, misyonun da alternatifleri düşünülmüş bilinçli bir seçim olmadığına inanıyorum. Uygulama galiba son dönemlerde terk edildi ama, bizler doğar doğmaz nüfus kağıdımıza otomatik olarak müslüman kaydı düşülürdü. Mimar olmaya kalktığınızda da aynı otomatik yaklaşımla “modern” akım mimarları önünüze konur ve çoğu otuzlu, kırklı ve ellili yıllarda, yani yarım asır önce formüle edilen fikirlerle – hareketin kendi içindeki tartışmalar ve yadsımalarla aklınızın karışmamasına da özen gösterilerek – donatılır ve mezuniyet sonrasında eğer üniversite eğitim kadrolarına girmişseniz bunları gelecek kuşaklara aktarırdınız. Bugün verilen eğitimin içeriğini açıkçası pek bilmiyorum – umarım yeni kuşaklara izleyecekleri yolu seçme hakkı tanınıyordur. Mimar yetiştirmenin ötesinde Türkiye’deki planlama alanına bakın kentlerin fiziksel ortamlarının oluşturulmasına ilişkin buyurucu yasal düzenlemelerimiz dünyanın en sadık CIAM ilkeleri izleyicisi hala! “Plan müellifi” diye bir sözcük hala var, ellili yılarda kurulan bu düzeni değiştirmek de bence olanaklı değil.
Günümüzün kentleri artık mimarları aştı. Boyutları ile artan karmaşıklığı ile ve de çözüm bekleyen çok yönlü sorunları ile aştı… Genel geçer, safkan bir mimarlık eğitimi ile kentlere ilişkin güncel söylemlere bugün etkin olarak katılamazsınız, başka donanımlar gerekli. Berlin’de tanık olduğumuz gibi, kendi başına belki “şahane” sayılan, marka olmuş mimarların yapılarını sadece bir araya getirdiğinizde ortaya belki iyi bir 1/1 mimarlık arşivi ama bir o kadar da kentsel kabus çıkabiliyorsa, tek tek “yeşil” binaların aritmetik toplamı da bugün dünyada hedeflenen sürdürülebilir kentleri çıkartamaz ortaya. Kongre bunları tartışmak için önemli bir fırsat.
Yeni donanımlara sahip değilseniz, kendinizi yenilememişseniz, o zaman bilinene alışılmışa sığınmak, ya da statükoyu devam ettirmek kaçınılmazdır ve bu durum sadece bize özgü de değil.
Tema, “modernist bir tavrın izlerini sürüyorsa” ve siz de buna karşıysanız, çözüm ilgisizlik mi olmalı yoksa 2005 Temmuz’unun er meydanına karşıt fikirlerle, alternatif etkinliklerle ve hatta alternatif bir kongre ile çıkmak mı?
BD: Kongre vadisinin fiziksel oluşumu ile ilgili ulusal bir yarışma açıldı. Bu, mimarların tasarım aracılığı ile bu etkinliğin bir parçasına dahil olma imkanlarından biri. Mimarların ürettikleri ile katılabileceği; katkı, paylaşım ve önerilerini sunabileceği başka ne gibi imkanlar var?
ABE: İmkanların sonu yok! Kongre yapılanmasının iki halkası olacak – biri kontrollu diğeri açık. Kontrollu halka kongre delegelerine sınırlı, diğeri de kente yayılmış etkinlikleri içerecek. Özellikle gelen yabancı katılımcılar doğal olarak vadiye sıkışıp kalmayacak, kente yayılacak ve İstanbul’un artlarını da eksilerini de görmek isteyecek. Dolayısı ile ilk halkada mekansal kısıtlar nedeniyle yer bulamayan her talep, kendini dış halkada sunma seçeneğine sahip. Bu seçenekler de yakında netleşecek ve duyurulacak.
_ medya içeriğini .pdf formatında görmek için tıklayınız.