2015/03: Asıl soru(n)un peşine düşmek/ Mimarlık Semineri 2015 / “ Türkiye Mimarlık Eğitimi Politikasına Doğru ” Tartışma Metni
Asıl soru(n)un peşine düşmek
Mimarlık Semineri 2015 / “ Türkiye Mimarlık Eğitimi Politikasına Doğru ” Oturumu
Bülend Tuna’nın bildirisi üzerine; Boğaçhan Dündaralp ’in tartışma metni.
Bildiri ve içeriğine yönelik bir değerlendirme yapmaktan öte konunun özgün bağlamına ilişkin bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Size düşüncelerimi aktarmadan önce de bir şey okumak istiyorum;
Eğitim danışmanı bir arkadaşım paylaşmış:
Bir özel ortaöğretim kurumunun Fütürist Senaryo yarışmasına katılan öğrencilerle söyleşi ve sonrasında forum yapılmış; Eğitim danışmanı arkadaşım da şu soruları sormuş:
Siz telefon ve internet bağımlısı bir kuşak mısınız? Gözünüzü ekrandan ayırıp gerçek ilişkiler kuramıyor musunuz?
Gelen yanıtlar şöyle:
– Yetişkinler önce kendi iş ve ekran bağımlılıklarını çözsünler
– Bizi sitelerde diğer insanlardan ayrıştırarak yaşatıp sonra neden arkadaşımız olmadığını mı sorguluyorsunuz.
– İlişkilerde sorun varsa telefon ve internetten önce ekonomik sistem, kültürel yapı, aile vb. gerçek sorunlara odaklanın telefon küçük mesele, biz onu çözeriz.
– Bizi kendi döneminizin ilişki biçimleri ile kıyaslamanız doğru değil, her dönem kendi ilişki biçimini yaratır.
– Bugünün ilişki biçimlerine yargılamak için değil anlamak için bakarsanız anlarsınız.
“Bunlar sadece hatırlayabildiklerim ve anlayabildiklerim. Eğitimciler ve anne babalar olarak çocuklar ve gençler hakkında konuşmayı bırakıp onlarla konuşmaya başlasak diyorum. “
Diyerek de paylaşımını bitirmiş…
Ne kadar haklı değil mi?
Her kuşağın içine doğduğu bir dünya/ortam var. Her kuşak bir sonraki kuşağın ortamını hazırlıyor. Benim de “kuşak olarak bugünün ortamındaki sorumluluk alanımızı nasıl tarif etmeliyiz?”, “Temelde hangi soruları sormalıyız?” Gibi sorularım var…
Modern dünyada hepimiz doğduğumuz andan itibaren temas edilir dünyanın üstüne bizden önceki kuşağın “öğrenilmiş dünyasını” cehalet örtüsü ile kaplanırız.
Öğrenilmiş bir dünyanın kurbanı olarak büyürüz.
Hayata dair kendi varoluş stratejilerimizi üretmek yerine; bizler için hazırlanmış patikalardan yürürüz. Kendi zekâmızı değil; bize öğretilen zekâyı kullanırız.
Oysa kendi zekânı kullanmak bir sorumluluk üretir. Karşılığında da bedelini ödetir. Başka bir zekâyı kullanmak ise meşruiyet üretir.
Çelişkiler de burada başlar. Örneğin mimarlar ve meslek odaları Zorlu Center’dan 3. Havalimanı’na kadar Projesinden, pek çok yapı ve proje karşı çıkmış, davalar açmıştır. Ama projeler de, yapılar da mimarlıkları da meşrudur. ( ya da meşrulaştırılmıştır.) Bu projelerin altında imzası olan mimarlar, projelerine karşı çıkan odaları tarafından ödüller verilmiş hatta Büyük Sinan ödülü ile onurlandırılmışlardır.
Pek çok şey yanlıştır. Ama ne yazık ki meşrudur ve meşrulaştırılabilir.
Temel sorunumuz öğrenilmiş ya da bize dayatılan zekâlar yerine; kendi zekâlarımızı özgürleştirerek kullanabileceğimiz, bu zekâların birbirini besleyeceği, zenginleşebileceği ortamların kurulamamasında, üretilememesindedir. Meşruiyet ortamı her açıdan kolaydır. Adapte olunabilir, hızla öğrenilebilir, sonuçları hızla alınabilir.
Hepimiz yıllardır bu ve benzer ortamlarda “ Düşünen, sorgulayan, soru soran ve üretimlerini cesurca ortaya koyabilen zihinlere ihtiyacımız var” diyoruz. Ama bunun için ne kadar çaba harcıyoruz ya da harcadık. Kurumlarımızı, ortamlarımızı ne kadar dönüştürdük/dönüştürebildik.
Kurumlarımız hep ters işliyor. Önce kurumlarımızı kuruyor. Sonra içeriği ve ortamları oluşturuyoruz. Oysa peşinde koştuğumuz şeye göre kurumlarımızın çatkısı kurmamız gerekmiyor mu?
Mimarlık öğrenilen bir şey olmaktan çok keşfedilen bir şeydir. Hatta bazen icat edilen bir şey…
Mimarlık öğretilen ve sadece öğrenilen bir şey olmadığı için belki mimarlık nedir? Mimar kimdir sorularından önce mimarlık ne işe yarar? Ne için ve ne pahasına yapılır? Sorularının peşine düşmek daha önemli olabilir? İşte o zaman mimar da mimarlık da kendi ifadesini kendi koşul ve ortamlarında açığa çıkartabilir?
Deneyimlerimiz bunun tersinin bugün için bir anlam ifade etmediğini bize sürekli gösteriyor.
Mimarlık eğitiminden anladığım bir “ortam”. Bunu sadece okul ve kurumsallaşmalar olarak değil; kendi zamanın kesitine giren ve birbiri ile etkileşen her tür düşünce ve praksis ortamının uzamsal ortaklığı olarak görelim. Etkileşimin de yanıtlar değil, soruların peşinden koşulan üretimlerle kurulduğu bir ortam…
Belki bu sayede bugünün bölünmüş zihin ve mekân pratiklerinin yarattığı düşünce ve pratik arasındaki uçurumu aşmak ve yeni bağlar kurmak mümkün olur; Ve gündelik hayat pratiklerinden de beslenen ve birbirini sürekli genişleten bir uzamda kendimizi işe yarar hale getirebiliriz.
Bülend Tuna’nın gösterdiklerinden yola çıkarak, şimdi yapılan çalışma ve örneklere bakınca; Başka kontrol mekanizmalarını beğenmeyip kendi kontrol mekanizmalarımızı üretmek işe yarar mı? Diye sormadan duramıyorum.
Belki pratikte evet ama esasta hayır. Gerçekliği kopyalayan ve tekrar eden, teknik dünyaya ve onun temsiliyet ve teslimiyetlerine mahkûm olan mimardan bahsetmiyorsak eğer…
Teşekkürler.
Boğaçhan Dündaralp, 06.03.2015