22/12: İklim Krizi ve Mimari / artdog istanbul / Boğaçhan Dündaralp
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
Doğal afet, gıda, enerji ve ekonomi krizleri hatta savaşları olarak kendini gösteren bu konu; global ölçekte süregiden, kaynak azlığı, nüfus artışı, tüketim alışkanlıkları ve yaşam konforu beklentileri ile artan; global anlamda ortak hareket edilemeyen, farklı ülkelerde farklı zamansallıklarla yıkımları olan bir mesele. 1988 küresel iklim krizinin ilan edildiği yıl, 1990’ların başında bir tasarımın sürdürülebilirlik, karbon ayak izi, kendi enerjisini üreten yapı örnekleri var iken, Freiburg gibi kentsel ölçekte deneme ve uygulamalar sürerken; tüm dünyada fosil yakıt endüstrisine dayalı ekonomi de beraberinde devam ediyor. Türkiye için konuşursak hepimizin bildiği gibi; özellikle son 20 yıldır ekonomisini doğa, doğal kaynaklar demeden inşaat üzerine kuran, kalkınma söylemli kendi kaynaklarını tüketen politikalar izledi. Ve bu konuda geri adım atmış değil. Büyük ekonomiler dünya kaynaklarını tekelleştirmeye devam ederken, insan eliyle yaratılmış doğal olmayan salgın hastalıklar, ekonomik krizler, savaşlar ile tüketim ekonomisi alışkanlıkları da beraberinde süre gidiyor. Bu krizin biliniyor, etkilerini gün geçtikçe arttırıyor olması, yeryüzü koşullarında insanlık için bir fark yaratmıyor.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Tüketim alışkanlıklarını dönüştürecek, karbon ayak izini, karbon emisyonlarını ve fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltacak, ortak bir yaşam döngüsü üretmek; yaşam alanlarımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı bir bütün içinde dönüştürmenin bir yolunu bulmalıyız. Enerji, inşaat, ulaşım ve sanayi ile bu krizin en önemli belirleyicileri. Ve ne yazık ki karar alıcıların (siyasi-politik-bürokratik) aksiyonları olmadan tekil çabalar bir örnek olmaktan öteye gitmeyecek gibi görünüyor.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Hepsi kendilerinden daha büyük ve ortak bir amaç için, gündelik ajandalarından bağımsız, kriz için ortak bir hedef belirleyebilir ve bu konuda iletişim dili geliştirerek aksiyon alabildiklerinde yaşamın içinde fark edilir dönüşüm mümkün olabilir.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Para ve kâr odaklı olmayan, mülkiyet sistemi üzerine kurulu, alıp-satılabilir bir metalar üretimi anlayışını terk edilip; birlikte yaşamaya dayalı, yeni paylaşım ekonomileri üreterek bu mümkün olabilir.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Teknoloji, ölçülemeyeni ölçülür kılmak, olmayanı olabilir kılmak için her zaman önemli bir araç. Niçin, neden ve nasıl kullandığına bağlı olarak her zaman büyük bir potansiyeli var. Proust’un söylediği gibi yeni gözlerle bakmaya ihtiyacımız var.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
Çünkü üretilen konutlar bir barınma aracı değil, alınıp-satılmak üzere yapılan ve parası olan için yapılan ticari bir değer. Dolayısıyla barınma amaçlı üretilmiyor. Sahip olunuyor ve ticari bir mülkiyet olarak işlev görüyor. İhtiyacı olan için değil; alabilir olan için üretiliyor. Anlayışı değiştirecek alternatiflere ihtiyaç var.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
İnsan merkezli üretimler dünyasında ihtiyaçların bir sonu yok. İnsan merkezli tasarımlar dünyasında dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermek ya da vermemek ile ilgili pek çok anlam dünyası var. Bu anlamlara temelden bakış yine insan merkezli. Doğa, insan için kaynak ve korunmaya çalışılan da bu kaynağın sürekliliği… Bağlam burada belirleyici. Bağlamı yeniden tanımlamak, ortak dil üretmek, kollektif ve birlikte aksiyon almak bu işin anahtarı. Eksik olan bu bütünsel yaklaşım ve ortak dil. Optimist bir insan olarak “Her şey mümkün” diyorum.
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Ofiste yaptığımız araştırmaların yanı sıra mimarlık okullarında da bu konuları çalışmayı önemsiyorum. Geçen sene Özyeğin Üniversitesi’nde yüksek lisans programında yürüttüğüm bir proje tasarım stüdyosunda “kent bağlamında yeni barınma ve yaşam olasılıkları” başlığı altında tam da bu konuları çalıştık. Çalışmaya da devam ediyoruz. İflah olmaz bir iyimser olarak “Hiçbir şey için geç değil. Her şey mümkün!” diyorum.
web sayfasından tüm dosyayı okumak incelemek için: link